CENAP ŞAHABETTİN

Yayınlama: 11.12.2024
A+
A-

Osmanlı İmparatorluğu’nun son çeyrek asrında edebiyat alanının en önemli figürlerden biri olarak kabul edilen ve Servet-i Fünûn edebiyatının önde gelen temsilcilerinden, şair ve yazar Cenap Şahabeddin; 21 Mart 1870’te, Manastır’da doğar.

Babası Osman Şahabettin Bey; Cenap Şahabettin henüz 7 yaşındayken, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşındaki Plevne savunmasında hayatını kaybeder. Bu acı olay, daha sonra hem yazılarında yer yer meydana çıkması açısından hem de olayın ardından ailecek İstanbul’a taşınmaları ve orada şiir ile tanışması ve eğitimine İstanbul’daki Askeri İdadi’de devam etmesi açısından önemlidir.

İlkokulu Tophane’de Mekteb-i Feyziyye’de okur. Ardından Eyüp Askerî Rüşdiyesi’ne girer. Bu okulun yıkılması üzerine Gülhane Askerî Rüşdiyesi’ne geçer ve 1880 yılında buradan mezun olur. Daha sonra Tıbbiye İdâdisi’ne girer, iki yıl okuduktan sonra Askeri Tıbbiye’nin beşinci sınıfına kabul edilir.

Burada şiir ile tanışır. Ve henüz 17 yaşındayken Tâmât adlı ilk şiir kitabını çıkarır.

“Sesin işler gibi bir şuh kanat gamlanma.
Seni dinlerken olur kalbim uçan kuşlara eş,
Gün batarken sanırım gölgeni bir başka güneş;
Sarışınlık getirir gözlerin akşamlarıma…

Doğuyor ömrüme bir yirmi sekiz yaş güneşi,
Bir kuş okşar gibi sen saçlarımı okşarken.
Koklarım ellerim gülleri koklar gibi ben;
Avucundan alırım kış günü bir yaz ateşi…

Gönlüme avdet eder her unutulmuş nisan,
Ne zaman gençliğini yolda hırâman görsem.
Eskiden pembe dudaklarda dağılmış busem;
Toplanır leblerime, bir gece dargın olursan…”

1889’da doktor yüzbaşı olarak okulu bitirir. İyi bir derece ile mezun olduğu için 1890 yılı başlarında cilt hastalıkları alanında ihtisas yapmak üzere devlet tarafından Paris’e gönderilir Burada dört yıl kadar kalır.

*****

1894 yılında cilt hastalıkları üzerine yaptığı yüksek ihtisası tamamlayan Şahabettin, yurda döner ve ‘Hekim Yüzbaşı’ rütbesiyle bir müddet Haydarpaşa Hastanesi’nde hekimlik yapar. Takip edildiği korkusuyla İstanbul’dan uzak bir yerde görev alabilmek amacıyla kendi isteğiyle karantina dairesine geçer. Ve sonraki iki senesinde bu görevle Mersin ve Rodos’a gider. 1896’da ‘Sıhhiye Müfettişliği’ göreviyle Cidde’ye tayin olur.

1896 yılı, Cenap Şahabettin’in edebi hayatı açısından çok önemlidir. Bu yıldan itibaren Servet-i Fünûn Dergisi’nde düzenli olarak yazmaya başlar. Servet-i Fünûn Dergisi’nde ilk yayınlanan şiiri İnkisar -ı Baziçe adlı şiiridir:

“O kızcağız şen idi… Şen hakikaten pek şen!
Küçük, güzel bir oyuncak gibi olan dilini,
İhata etmiş tebessüm-i ruşen…”

Aynı yıl terfi alarak ‘Sıhhiye Müfettişi’ olarak gönderildiği Cidde’ye yaptığı yolculuğu, mektuplar halinde aynı dergide yayınlar. 1909’da kitap olarak yayınladığında eserine verdiği ismin adı “Hac Yolunda” olacaktır.

“(…) Vapurun kenarında gördükleri bir lokma ekmeği, biri ötekinden önce kapmak için koşan, haykıran, var gücünü harcayan bu açların rengârenk manzarası hazin bir istifade ile seyrediliyordu. Bir iki dakika içinde, sandallar vapurun kenarına kadar geldi. Bütün sandaldakiler vapura saldırdılar. Aman yarabbi, o ne saldırı idi. Acaba Vasco de Gama’nın gemisine saldıran vahşi korsanlar, daha başka türlü mü hareket etmiş idiler? Şimdi kedi gibi becerikli ve çevik bir yığın insan, her tarafından vapura tırmanıyor, birbiri üzerinden atlıyor, haykırıyor, biri ötekini düşürüyor, her biri elinin yetiştiği şeye tutunuyor. Bunlar ağır bir ter kokusu yayarak aramızda dolaştıkları sırada, yolcu erkekler çantalarını koruyor; kadınlar eteklerini topluyorlardı.”

*****

1898 yılında İstanbul’a dönerek ‘Merkez Müfettişi’ olan Cenap Şahabettin, bu görevinin ardından 8 sene boyunca Suriye vilayetinde Sıhhiye Reisliği yapar. 1908’de Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle İstanbul’a gelir ve 1914’e kadar süren hareketli seneleri İstanbul’da Meclis-i Kebîr-i Sıhhî üyeliği ve Daire-i Umur-i Sıhhiye müfettişliği yaparak geçirir.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte 1914 yılında emekliye ayrılan Şahabettin, aynı sene Irak gezisine çıkar. Bu gezisinin meyvesi ise, Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nde yayınladığı ve daha sonra yaşarken kitaplaştırmadığı seyahat mektupları olan “Âfâk-ı Irak” isimli eseridir.

“Aziz yoldaşım Hüseyin Bey’le birlikte, biz bu gecemizi anlamlı bir gezinti ile dolduracak; Mısır rakkaselerini görecektik. Bunların özel bir semtte olduklarını öğrenmiştik. Mısır rakkasesi, Firavunları kendilerinden geçiren hazlar içinde bırakan titreten güzellik. Onu biz şimdi, yemekten sonra görecektik. Bunu düşünmek, bizi akşam yemeğinde acele ettiriyordu. Bütün eski kitaplarda o rakkaselerin ününü okumamış mı idik? Onlar bizim hayâlimize dalgalanan bir güzellik gibi izlenimler bırakmamış mı idi? Onların şimdi bütün becerilerini ve güzelliklerini gözlerimizle kuşatacak, zihnimizdeki eski, güzel bir hayâli karşımızda dans ederken ve canlı olarak görecektik. Biz bu düşüncelerle, sanki yemekten önce doymuştuk.”

Birinci Dünya Savaşı bitmeden Tasvir-i Efkâr Gazetesi’nin göndermesi üzerine 1917 ve 1918 senelerinde iki ayrı kez Avrupa’ya giden Cenap Şahabettin, bu gezilerinde Osmanlı Devleti’nin müttefikleri olan Almanya, Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan gibi ülkeleri gezer ve bu ülkeler hakkında incelemeler yazar. Bu yazdıklarını daha sonra “Avrupa Mektupları” ismiyle kitaplaştırır. Bu yolculuk yazılarında Şahabettin’in Avrupa kültürünü halka tanıtma amacı güttüğü anlaşılmaktadır.

“Bizim tehlikeli bir erdemliliğimiz vardır: Elimizin altındakilerin dinine dokunmayız, milliyetine dokunmayız, açıktan aleyhimize çalışmazlarsa milli isteklerine de dokunmayız. Onlar bize biraz haraç versin, bayrağımız başlarında dalgalansın. Hükümranlık duygumuz bu kadarcıkla yetinir, başka bir şey istemeyiz.”

*****

Cenap Şahabettin ilk şiirlerinde Muallim Naci, Abdülhak Hamit ve Recaizade Mahmut Ekrem’in etkisinde kalır. Şair, Paris’te bulunduğu yıllarda Fransız şiirini yakından tanır, parnasyen ve sembolist şairlerin etkisinde kalır. Fransız şairler Verlaine ve Mallarmé’in şiirlerine büyük ilgi duyar. Tabiat, Cenap Şahabettin’in şiirlerinde önemli yer tutar. Onun şiirlerinde hayâl ve hisle kurulmuş, tamamıyla sübjektif bir tabiat görülür. Cenap Şahabettin, tabiatla ilgili şiirlerinde insan ruhu ile tabiat arasında ilişki kurar.

ELHAN-I ŞİTA (KIŞ NAĞMELERİ)

Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş,
Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karlar.
Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar…

Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu,
Ey kebûterlerin neşideleri,
O baharın bu işte ferdâsı
Kapladı bir derin sükûta yeri karlar,
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar…

Ey uçarken düşüp ölen kelebek!
Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek gibi kar;
Seni solgun hadîkalarda arar…

Sen açarken çiçekler üstünde,
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Nâ’şun üstünde şimdi ey mürde,
Başladı parça parça pervâze karlar,
Ki semâdan düşer düşer ağlar…

Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar!
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar gibi kar;
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân…

*****

Şiirlerinde tüm sembolistler gibi mecazları çok kullanır. Nazım şekillerinde de birçok yenilikler yapmış ve ‘serbest müstezat’ denilen uzunlu kısalı mısralardan meydana gelen şiirler yazmıştır. Sone şeklini Türk Edebiyatı’nda ilk kullanan şairdir. Sosyal iddiası olmayan, yalnız kendi duygularını anlatmakla yetinen ‘sanat, sanat içindir’ ilkesini kabul eden şiirler yazmıştır. Birtakım unutulmuş kelimeleri sözlüklerden bulup çıkararak kullanmış veya o zamana kadar kullanılmamış birtakım isim ve sıfat tamlamaları yaparak, alışılmış sözlere yeni anlamlar yüklemiştir.

“Ey, benim münhezim fiitâdelerim,
Sevdiniz hep sevilmeden beni siz;
Yanmak isterdi göğsünüzde serim,
Ateşimden kül oldu ateşiniz…

Bir kadından geçince diğerine,
Zannederdim ki aşkı bulmuştum.
Usanıp bu sadene kadın yerine,
Marazı aşka âşık olmuştum…”

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Cenap Şahabettin’in bu “Don Juan” şiirinin yazılış nedenini şöyle anlatır: Bir aşk… Fakat bu, gene o söylentilere göre, Cenap Bey’i, Halit Ziya’nın “Aşkı Memnu”su gibi içinden çıkılmaz, dolaşık ve hatta dramatik bir aile meselesi karşısında bırakıyordu. Çünkü sevdiği hanım kız, hem kendisinden yaşça pek küçüktü hem de hısım ve akrabalık bakımından pek yakınıydı.

*****

1918 yılında henüz savaş bitmeden, ordu komutanı Cemal Paşa’nın çağırması üzerine Süleyman Nazif’le birlikte Şam’a gider. Bu yolculuğunu Sabah Gazetesi’nde “Suriye Mektupları” adı altında yayımlar. Cenap Şahabettin’in son seyahat kitabı olan “Suriye Mektupları”, Cemal Paşa hakkında yazılmış bir övgü kitabı gibidir. Övgüler o dereceye varmaktadır ki okuyucu, Baki Asiltürk’ün “Edebiyatın Kaynağı Olarak Seyahatnameler” yazısında belirttiği gibi bir çıkar ilişkisinden şüphelenmektedir. Kaldı ki, Cenap Şahabettin’in bu mektuplarından daha sonra bahsetmemiş olması, onları bir nevi unutulmaya bırakmış olması, bu ihtimali güçlendirir. Ayrıca Yusuf Ziya, “Portreler” kitabında Cenap Şahabettin’in bu gezide sağladığı bir vagon ticareti sayesinde önemli bir gelir elde ettiğini, fakat sonra bunu kumarda kaybettiğini iddia etmektedir.

“Suriye’de bütün sıklet-i idareyi omuzlarına alan bir recül-i devlet var: Cemal Paşa Hazretleri. Bu kıtada hiçbir hadise-i idariye yoktur ki, Paşa’nın daire-i nüfuzu haricinde kalsın. Kendisi hükûmeti şekli kemalinde temsil eder, bir nisbetteki birini tarif eden diğerini tavsif etmiş olur. Cemal Paşa, en veciz cümle ile söyleyeyim; kadife eldiven içinde çelik bir yumruktur. Ordu ile Suriye’yi iki aziz yavrusu gibi sever ve onların sert olduğu derecede nazik bir velisidir. Lütfun kifayet ettiği yerlerde hiçbir zaman şiddeti istimal etmez.”

Cenap Şahabettin, şiir ve nesir alanında eserler verdiği gibi tiyatroyla da uğraşmıştır. II. Meşrutiyet döneminde hız kazanan tiyatro çalışmalarına katılmış, Sahne-i Osmaniye ve Darülbedayi gibi toplulukların edebi kurullarında görev almıştır. 1913 yılında “Yalan” ve 1917 yılında “Körebe” adlı; biri dram, diğeri komedi iki oyun yazan Cenap Şahabettin’in Hüseyin Suat’la birlikte kaleme aldıkları “Küçük Beyler” adlı bir de vodvili (toplumsal sorunları mizahi bir yaklaşımla hicveden tiyatro türü) bulunmaktadır. En önemli oyunu olan Körebe’de görücü usulüyle evliliği eleştirir.

“Nikâh, erkekle kadını belki birbirine iliştirir, fakat onları sımsıkı bağlayacak muhabbettir. İşte ben nikâhın kerâmetine böyle inanıyorum. (…) O kadar acele etmeyelim Cüneyd. Biliyorsun ya azizim, benim fikir ve kararımı. Körebe oyununa gelemem. Ben nikâhtan evvel Bedia Hanım’ı görmeli ve kendisiyle hiç olmazsa bir saat anlaşmalıyım.”

*****

1918 yılında Süleyman Nazif’le beraber, ömrü bir sene sürecek olan Hâdisât Gazetesi’ni çıkaran Cenap Şahabettin, 1919 ve 1922 yılları arasında Darülfünun’da Osmanlı Edebiyatı Tarihi müderrisliği yapar. Ali Kemal’in de yazdığı Peyâm-ı Sabâh Gazetesi’ndeki yazılarının bir kısmında yer alan Kuvay-i Milliye aleyhtarlığından ötürü tepkiler çektikten sonra istifa eder. Daha sonra Kuvay-i Milliye’yi destekleyen yazılar ve Cumhuriyet’in ilanından sonra dilini sadeleştirerek şiirler yazdıysa da, edebiyat çevrelerinin gözüne giremez ve kendi kabuğuna çekilir.

1922 yılında, bir gün derste Yunanları övüp Milli Mücadele’yi küçümseyen sözler sarf ettiği ileri sürülerek Dârülfünun öğrencileri ve diğer bazı hocalar tarafından aleyhinde nümayişler düzenlenir. Cenap Şahabettin’in o sözleri söyleyip söylemediği hiçbir zaman tespit edilemediyse de, önceki bazı siyasi yazıları onu suçlu bulmaya yeterli görülür.

Ali Kemal, Rıza Tevfik, Hüseyin Dâniş ve Barsamyan Efendi ile beraber 1922 yılı Eylül ayında Dârülfünun’daki görevinden istifa etmek zorunda bırakılır. Bu olaylar üzerine bir çeşit inzivayı tercih eden Cenap Şahabettin, daha çok edebiyat ve sanat konularında yazı faaliyetine devam eder. Ve son yıllarında yoğun bir şekilde üzerinde çalıştığı Osmanlı Sözlüğünü tamamlayamadan, 13 Şubat 1934’te beyin kanaması nedeniyle İstanbul’da yaşamını yitirir. 14 Şubat’ta sade bir törenle Bakırköy Mezarlığı’nda kızı Destine Hanım’ın yanına gömülür.

*****

ON ÖLÜM ŞARKISI

Rüzgâr değmez oldu artık yüzüme.
Gün ışığı kapıma boş yere gelir;
Kötü bir düş gibi dolar gözüme,
Bu toprak bana dağ, size tepedir!

Toprak yukarda, gül, aşağıda yılan!
Elimde kelepçe, gözümde burgu.
Toprak, kemiğimden etimi soyan;
Hırsız, kanlı katil, kefen soyucu!

Bütün uzuvlarım bana darılmış.
Kulağım unutmuş artık sesimi;
Hepsi ayrı ayrı hayâle dalmış,
Bu omuz, bu ayak, bu el benim mi?

Girdiğim çukurdan iki facia:
Burada karınca dev, insan noktadır;
Toprağın altında bir zaman daha,
Tırnaklar ve saçlar uzamaktadır!

Ölüler, ölüler, koşun imdada!
Ölüler, sizin en yoksulunuzum!
Ölüler, koşun ki öbür dünyada;
Topraktan bir sema ile mahpusum!

Yağmur çisil çisil üstüme yağar.
Tabiat kardeşim yasıma ortak;
Şehrin üzerinde uçan bulutlar,
Serviler ucunda sallanan bayrak!

Eski edebiyatı taklitçi ve samimiyetsiz bulan, Fuzûlî, Bâkî, Nedim gibi Divan Edebiyatı şairlerini beğenen, hece ölçüsüne kesin bir dille karşı çıkarak aruz ölçüsünü daha ahenkli bulan ve bütün şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme alan, daima yeni şiirden yana olduğunu dile getiren bir Cenap Şahabettin geçti bu coğrafyadan.

Anısına ve muhteşem üretimlerine saygıyla…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.